12 Nisan 2012 Perşembe

Çıplak Gerçek (Öykü)


          
Çırılçıplak bir halde, hiç bilmediğim bir sokaktayım. Hava o kadar soğuk ki… Bedenim tir tir titriyor. Belki de hava o kadar soğuk değil de sadece içim üşüyor. Emin olamıyorum. Yürümeye başlıyorum. Adımlarım ağır, isteksiz.

Çok geçmeden bir terslik çekiyor dikkatimi. Etrafımda ne bir ağaçtan, ne de başka bir canlıdan eser var. Sadece binalar... Her yeri saran, çocukluğumuzu çalan, kapattığımız kapılarının ardına saklandığımız ve bizi her gün biraz daha birbirimizden uzaklaştıran beton kutular.

Neredeyim ben böyle? Bu bir rüya mı?

Etrafıma bakarak yürümeye devam ediyorum.“Yalnız mıyım bu sokakta?” diye soruyorum kendi kendime. Çok geçmeden uzakta iki karartı görüyorum. Gittikçe yaklaşıyorlar. Sonunda bir karartı olmaktan çıkıyorlar. Keşke çıkmasalardı, diye geçiriyorum içimden. Tüylerim diken diken oluyor. Kaçamak bakışlarla inceliyorum onları. Benim gibi çırılçıplaklar. Ama insanlar mı? Hiç sanmıyorum. Ağızları, burunları, gözleri, kaşları… Hiç biri olması gereken yerinde değil. Bir Picasso tablosunu andırıyorlar. Kol kola girmişler ve birbirlerine gülerek yürüyorlar. İkisinin de boşta olan elleri arkalarında. Sanki bir şey saklıyorlar birbirlerinden. Nedense ne sakladıklarını öğrenmeyi hiç istemiyorum. Çok geçmeden biri bana inat yaparcasına açığa çıkarıyor bu sırrı ve elindeki bıçak gözlerimi kör edercesine parıldıyor. Kanım donuyor o an. Diğeri bu bıçağı göremiyor. Hala birbirlerine bakarak gülüyorlar. Derken bıçak havaya kalkıyor. Bağırmak istiyorum o an. “Dikkat et!” diye haykırmak istiyorum. Ama sesim çıkmıyor. Sanki mühürlenmiş dudaklarım. Ve ıslık gibi bir ses çıkararak diğerinin sırtına iniyor bıçak. Yere damlayan kanı net olarak görebiliyorum. Bacaklarım boşalıyor o an. Tüm gücümü yitiriyorum. Kıpırdayamıyorum. Sonra sırtından bıçaklanan da arkasındaki elini açığa çıkarıyor. Aynı parıldama kamaştırıyor gözlerimi. Sonra bıçak havaya kalkıp ötekisinin sırtına iniyor bu kez. Kanın kokusunu duyuyorum. Midem bulanıyor. Picasso tablosundan kaçmış iki kaçık hala birbirlerine bakıp gülüyorlar. Benim farkımda bile değiller. Birden buzum çözülüyor, bacaklarıma bir güç geliyor. Delicesine koşmaya başlıyorum. Çok uzaklaşmadan, omuzumun üzerinden arkaya bakıyorum ve yine birisinin bıçağı havaya kalkıyor ötekisinin sırtına inmek üzere. Ama ben bu sahneyi üçüncü kez görmeden kafamı çeviriyorum.

Sonunda bir meydana ulaşıyorum. Aman Tanrı’m! Bu gördüklerim gerçek olamaz! Olmamalı! İsimlendiremediğim ve insan demek istemediğim varlıkların üst üste yığılmasından oluşmuş bir tepe duruyor meydanın ortasında. Sağından solundan ellerin, ayakların fırladığı canlı bir tepe. Bu arada tepeye tırmanmaya çalışanları fark ediyorum. Hala nasıl aklımı kaçırmadığıma şaşırarak olanları izliyorum. Tırmananlardan birisi, bir diğerinin yüzüne basarak elini tepenin zirvesine uzatıyor. Bu arada canlı tepeden korkunç çığlıklar yükseliyor. Elimle kulaklarımı kapıyorum; bir faydası olmuyor. Anlıyorum ki çığlıklar beynimde yankılanıyor. Sonra zirveye uzananı yakın takipte olan bir diğeri, onu bacağından yakalıyor ve hızla çekip aşağı doğru yuvarlanmasına sebep oluyor. Yuvarlanan çığlıklar atarken, o arkasından bakıp kahkahalar atıyor.

Durup tüm bu olanları izliyorum. Ne kadar izlediğimin farkında değilim. Sonuç hiç değişmiyor. Kimse tepeye ulaşamıyor. Sonra yeterince seyretmiş olmalıyım ki koşarak uzaklaşıyorum oradan.

Koşuyorum, koşuyorum… Ciğerlerim artık hava ile dolmayı reddedince duruyorum. İki elimi dizlerime dayayıp deliler gibi nefes almaya çalışıyorum. Biraz kendime gelip de doğrulunca karşımda ulu bir ağaç görüyorum. On insanın el ele verip de çevresini saramayacağı kadar büyük ve dalları yeşilin en güzel tonlarıyla bezenmiş bir ağaç. İç içe geçmiş dallarını gökyüzüne uzatmış, güneşe dokunmaya çalışıyor sanki. Gerçek olamayacak kadar görkemli. Bir masaldan fırlamışçasına göz alıcı.

Derken bir ağlama sesi çalınıyor kulağıma. Ses ağacın olduğu yerden geliyor. İstemsiz adımlar atarak ağaca doğru yaklaşıyorum ve altında oturmuş, iki eliyle yüzünü kapatmış halde ağlamakta olan birisini fark ediyorum. Yanına yaklaşıyorum. Bir yanım neden ağladığını sormak isterken, diğer yanım beni ilgilendirmediğini söylüyor. Kafamı kaldırıp ağacın dallarına bakınca kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlıyor. Gözlerim adeta fal taşı gibi açılıyor. Çünkü ağacın dallarından altın elmalar sarkıyor. Bu arada adam ağlamaya devam ediyor. Dayanılmaz bir acı çeker gibi durmadan, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Zıplayıp toplayabildiğim kadar topluyorum bu elmalardan. İçimi tarifsiz bir mutluluk kaplıyor. Zenginim artık! Zengin! Kucağımda elmalar, ağzım kulaklarımda oradan uzaklaşmaya hazırlanırken, ağacın altında oturan kişi kafasını kaldırıyor. “Açım,” diyor. “Hem de çok açım.” Adama ilk defa dikkatli bakıyorum o an. Onun da yüzü gördüğüm iki kaçığınki gibi ve bir deri bir kemik kalmış halde. O anda içimi saran mutluluk dalgası yok oluyor ve kollarım sanki kemiksizmiş gibi iki yana doğru sarkarken kucağımdaki altın elmalar yere dökülüyor. Adam, “Bana bir dilim ekmek ver. Lütfen,” diye yalvarıyor. “O zaman istersen senin olabilir bu ağaç,” diye de ekliyor.

Geri geri, ağır adımlar atarak uzaklaşmaya başlıyorum. Gözlerimi yalvaran adamdan alamıyorum. Ağzım bir karış açık halde bakarken, adam hala yalvarıyor çaresizce. “Sadece bir dilim ekmek. Tek istediğim sadece bir dilim kuru ekmek.”

Aniden bir bastonu andıran kolunun ucundaki elini bana doğru uzatıyor. İşte o an koşmaya başlıyorum tekrar. Bana dokunmasını istemiyorum çünkü. Ama yakarışları kolay kolay peşimi bırakmıyor. Sesi kulaklarımı tırmalıyor. “Sus artık!” diye bağırıyorum.

“Sus! Sus! Sus!”

Ağaçtan iyice uzaklaştığımı anlayınca koşmayı bırakıp yürümeye başlıyorum. Gözlerimi kısıp ileriye doğru bakıyorum ve bu bakış ensemdeki tüylerin diken diken olmasına yol açıyor. Çünkü yine iki karartı yaklaşıyor bana doğru. Bunların, birbirlerini sırtlarından bıçaklayan iki kaçık olabileceği düşüncesi dehşete düşürüyor beni. Karartılar o kadar hızlı yaklaşıyor ki kısa bir sürede onlar olmadıklarını anlıyor ve rahatlatıyorum. Üstelik onların benim gibi normal insanlar olduğunu görmek beni sevinçten çılgına çeviriyor. Bu rüya âleminde gördüğüm ilk normal insanlar bunlar. Kaşları, gözleri, ağızları, burunları… Hepsi yerli yerinde. Ama yüzlerine bir dehşet ifadesi hâkim. Birbirlerine sarılmış, hızlı adımlarla yürüyerek beni fark etmeden yanımdan geçiyorlar. Onlara kim olduklarını, nerede olduğumuzu, neden bu kadar korktuklarını sormak istiyorum. Tam ben ağzımı açacakken, melek gibi bir yüzü olan kız arkasını dönüp gökyüzüne bakıyor ve “Bizi rahat bırakın!” diye haykırıyor ve sevgili olduklarını tahmin ettiğim iki genç el ele tutuşup var güçleriyle koşmaya başlıyorlar. O an sorularımı erteleyip ben de gökyüzüne doğru bakıyorum ve kanım adeta buhar olup uçuyor. Korkum ruhuma işliyor. Ellerim, ayaklarım buz kesiyor, çünkü gökyüzündeki binlerce dev gözün onları izlediğini görüyorum. Sonra ben de sevgililerin arkasından koşmaya başlıyorum. “Lütfen beni de bekleyin! Ben de sizin gibiyim. Normal bir insanım. Lütfen beni burada bırakmayın,” diye haykırıyorum, ama durmak bir yana daha da hızlı koşmaya başlıyorlar. Ya da yorulduğum için ben yavaşlıyorum. Sonunda bacaklarımdaki tüm güç tükeniyor. Bedenim sanki iki kat ağırlaşıyor ve bacaklarım bu ağırlığı daha fazla taşıyamıyor. Yere kapaklanıyorum.

Ve görebileceğim en korkunç manzara ile yerdeki su birikintisine bakarken karşılanıyorum.

Yüzüm... Yüzüm... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...