26 Kasım 2012 Pazartesi

Yeniden Merhaba Korku

Bir süredir korku filmi izlemiyordum. Geri dönüşü, uzun süredir merak ettiğim bir Wes Craven yapımı ile gerçekleştirdim: Breed (2006)


İyi bir açılış oldu mu diye soracak olursanız, olmadı diye yanıtlarım sorunuzu. Ne yalan söyleyeyim, Michelle Rodriguez olmasaydı sonuna kadar bile izlemez, filmi yarısında kapardım. Her sahnede kahramanlarımızdan bir parça et koparmaya çabalayan vahşi köpekler pek hoşuma gitmedi açıkçası. Belki de her gördüğü köpeğin boynuna sarılan bir adam olmamdır neden, kim bilir.

İyi kötü açılışı yapmıştım artık. Bir kurt adam filmi ile yola devam etmeye karar verdim. Werewolf: The Beast Among Us (2012) bende büyük bir beklenti uyandırmasa da eli yüzü düzgün bir film gibi göründü gözüme. Kara bir kumaş gibi dalgalanan gökyüzü, bu kumaşa dikilmiş kemikten bir düğmeyi andıran dolunay, ölüm saçan lanetli canavar, parçalanan zavallı kurbanlar, masum genç kız… E, insan daha ne ister ki bir korku filminden. Hemen izlemeye koyuldum. Ne yazık ki her geçen dakika, filme olan ilgimden bir parçayı alıp karıştırdı zamana. Karşımda vasat bir kurt adam filmi vardı. Ve yine yanlış bir seçim yaptığımı kabul etmem gerekiyordu.


Eğer An American Werewolf in London (1981), The Howling (1981), Dog Soldiers (2002) gibi türün en iyilerini izlediyseniz ve tüm kurt adam filmlerini izlemeye kararlıyım diyorsanız diyecek sözüm yok tabii. Ama kurt adam filmlerine yabancıysanız Werewolf: The Beast Among Us size tavsiye edeceğim yirminci kurt adam filmi bile olamaz.

Geçtiğimiz gece ise bu senenin başında gösterime giren The Devil Inside'ı (2012) izlemeye karar verdim. Film ruhu şeytan tarafından ele geçirilmiş bir kadının öyküsünü ele alıyor. Konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Maria şeytan çıkarma ayini sırasında üç kişiyi vahşice katleder. Olayın ardından polisi arayıp suçunu itiraf eder. Akıl sağlığının yerinde olmadığına karar verilince bir akıl hastanesine yatırılır. Aradan yıllar geçer. Kızı Isabella büyüyüp genç bir kadın olmuştur ve annesinin başına gelenleri merak etmektedir. Yanına Michael’ı (kameraman olarak) alıp annesini akıl hastanesinde ziyaret etmeye gider. Bu sırada şeytan çıkarma ayinleri yapan rahiplerle tanışır. Isabella’nın anlattığı öyküden etkilenen rahipler, Maria’nın şeytan tarafından ele geçirilip geçirmediğini araştırmaya başlarlar.


Belgesel tadında olan film, son zamanlarda korku filmlerinde sıkça kullanılan amatör kamera çekimi ile yaşananları gerçeğe yaklaştırmaya çabalamış, ama pek de başarılı olamamış açıkçası. Hele sonu tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Ben bir şeyler olacak diye beklerken pat diye bitiverdi film; kendimi şaşkınlık içinde ekrana bakar halde buldum.

Şeytan tarafından değil belki ama sıkıntı tarafından ele geçirilince bir film daha izlemek kaçınılmaz oldu. İçimdeki sıkıntıyı ancak bu şekilde defedebilirdim. Çivi çiviyi söker misali yine bir korku filmi seyretmeye karar verdim. Verdim vermesine de kararsızlık genlerine işlemiş biri olunca yeni bir film bulmak hiç de kolay değildi.

İmdadıma Shirley Jackson yetişti. Shirley'in bir perili ev öyküsü olan Tepedeki Ev romanını okumuş ve olağanüstü bulmuştum. En iyisi geceyi bir perili ev filmi ile tamamlamaktı. Ancak Tepedeki Ev’in iki sinema uyarlamasını da izlemiştim. (The Haunting 1963, The Haunting 1999)

Kısa araştırmam beni Richard Matheson’ın romanından uyarlanan -senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı- The Legend of Hell House’a (1973) ulaştırdı. Doğrusu bu filmi ilk kez duyuyordum. Bu durum bir korku sever olarak canımı sıkmadı da değil. Tabii bardağa dolu tarafından bakmakta yarar vardı. Sonuçta, yazılanlara göre karşımda bir klasik duruyordu.



Film tipik bir perili ev hikâyesi üzerine kurulu. Öte dünyaya, haliyle ruhlara kuşkuyla bakan bir bilim insanı ile onu yalnız bırakmayan karısı ve içlerinden biri daha önce Cehennem Evi’nin gazabından nasibini almış iki medyum. Bu dört kişi geçmişi sapkınlıklarla dolu Cehennem Evi’ni araştırmak üzere bir araya gelir. Ev, adımlarını atar atmaz ziyaretçilerinin üzerine yapışkan, ağır bir sis gibi çöker. Burada hava yerine korku solunmaktadır. Günahlar her köşeye sinmiş, karanlığı bir ton daha koyultmuştur. İçeride çarpık, uğursuz, rahatsız edici olmayan hiçbir şey yoktur.

Kahramanlarımız ara ara dehşetli korkulara teslim olsalar da pes etmezler, öte tarafın tüm kötücül uğraşlarına rağmen çabalamaya, son ana kadar evi karanlık güçlerden kurtarmaya uğraşırlar, her ne kadar bu pek kolaymış gibi görünmese de.

Açıkçası filmi, bir The Haunting (1963) ya da bir The Changeling (1980) kadar etkileyici bulmadığımı belirtmek isterim. Yine de korku filmlerini seviyorsanız, özellikle de perili ev hikâyeleri hoşunuza gidiyorsa bir klasik olan The Legend of Hell House’u ıskalamamanızı önerir, sizlere şimdiden dehşetli seyirler dilerim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...